Kahve, günümüzden binlerce yıl önce Habeşistan’da doğdu. Top biçiminde, gövdesi toprağın üzerine kadar dallarla kaplı, 3-4 metre yüksekliğindeki bu ağacın kırmızı üzümü andıran tatlı ve etli meyvesinin içindeki çekirdeği kimin çıkarıp kavurarak bugün dünyaya hükmeden hale getirdiği ise bilinemez. Bilinen tek şey, bu çekirdeklerin Habeşistan’dan geldiği ve buradan dünyaya yayıldığıdır. Araplar gayet koyu olarak kaynatıp şekersiz içtikleri kahvenin aynı zamanda keyif verici özelliğe sahip bulunduğunu fark ettiklerinden, Arapçada ”Şarap” anlamına gelen ”kahve” adını vermişlerdi. Kahvenin Türkiye’ye gelişi de Arabistan yolundan oldu. 15. yüzyılda İstanbul’a gelen ”Yemen kahvesi” çok çabuk yayıldı ve Türkün yaşantısının vazgeçilmez bir parçası oldu. Kavrulmuş çekirdeği el değirmenlerinde öğütüp toz halinde pişirmek suretiyle içen Türkler, böylelikle dünyaca ünlü ”Türk kahvesi”ni ortaya çıkarmış oldular. Kahve Türkün yaşantısına öylesine bir karıştı ki, ”Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü atasözümüze kadar girdi. ”Bir acı kahvemizi içmez misiniz?” misafiri davette kullanılan bir söz olurken, sabah yemeğine ”Kahve-altı” anlamına gelen ”Kahvaltı” denildi.
1516 yılında Halepli Hakem adındaki bir şahsın İstanbul’da ”Taht’el-Kal’a” yani ”Kale altı” diye anılan ve bugün Tahtakale dediğimiz semtte açtığı kahve satan ilk dükkan İstanbul’da öylesine bir ilgi uyandırdı ki, Türkün kahvesi kadar ünlü kahvehaneleri de önce bütün İstanbul’u, sonra da yurdu kaplayıverdi.