Eski Mısırlılar, insanın öldükten sonra bir gün tekrar hayata döneceğine ve bu yeniden diriliş anında da vücutlarının eski şeklini alacağına inanırlardı. Bu inancın içinde, ortaya bugünün ilim adamlarının dahi karşısında aciz kaldıkları bir metot bulup çıkarmışlardı. 20. yüzyılın, uzayı fethedip insanoğlunun ayağını Ay’a bastıracak kadar ileri bir duruma ulaşan, harika buluşlarla dolu ilim ve fenni, günümüzden binlerce yıl önce yine insanlar tarafından bilinen ve tatbik edilip ”Mumya” adıyla anılan bu harika metodun sırrını el’an çözememiştir. Bugün insanlığın, binlerce yıl önceki hemcinslerinden geride bulunduğu tek nokta budur işte. Çağımızın bilginleri, yaptıkları bütün araştırmalar ve ele geçirilen binlerce senelik Mısır mumyaları üzerindeki tüm incelemelerine rağmen eski Mısırlıların kullandıkları maddeler ile tatbik usulleri tam olarak keşfedememişlerdir. Eski Mısır mumyaları üzerinde yapılan incelemelerden bugün çözülebilen tek husus, zengin kişilerin mumyaları ile fakir kişilerin mumyaları arasındaki farktır. Fakirlerin kurutulan vücutlarının abayı andıran kalın kumaş şeritler ile sarılmasına karşılık zengin mumyalarının daha büyük bir itina ile yapıldığı ve ince kumaşlardan yapılma şeritlerle sarıldığı, Firavunların mumyaların da ise kumaş yerine altın şeritler kullanıldığı görülmektedir.
Mısırlıların mumyalamayı bir sanat haline getirdikleri gerçektir. Ölen kimsenin önce cesedinin iç organlarının çıkarıldığı, sonra vücudun özel bir ilaçlamaya tabi tutulduğu bilinmektedir. Ancak bu harika ilaçların terkiplerinin neler olduğunu bugün dahi tespit etmek imkanı olamamıştır. Bu konuda bilinebilen tek şey, bu ilaçlamada cesedin yetmiş gün kadar sodyum karbonat veya tuz içinde bırakıldığı ve ondan sonra iyice yıkanıp sıkı sıkıya sarıldığıdır. Bu sarılma ameliyesi şerit halinde kesilip özel bir ilaca batırılmış bezlerle ve son derece usta eller tarafından yapılmaktaydı. Fakir kişilerin ve Firavunların cesetlerinin kol ve bacaklarının da ayrı ayrı sargıya alındığı görülmektedir. Ayrıca yine usta eller tarafından sargıların yüze rastlayan kısmı üzerine o şahsın yüz hatları resmedilirdi. 1924 yılının ilk günlerinde, dünyaca ünlü İngiliz Ejiptologu Howard Carter, Nil Nehri yakınlarındaki Teb şehri civarında bulunan Krallar Vadisinde yaptığı iki yıl süren uzun çalışmalar sonunda ünlü Firavun Tutankamon’un mezarını bulmuştu. Bu mezarın içindeki ilk lahit açıldığı zaman bir ikinci sanduka çıkmış, bunu da som altından yapılma bir üçüncüsü izlemişti.
Bu altın sanduka açıldığı zaman, yüzünde altın bir maskenin bulunduğu mumya ortaya çıkmıştı. Altın maske, Firavunun yüzüne benzer şekilde yapılmış olup omuzları hizasına kadar inmekteydi. Mumyanın sargıları da altın şerittendi. Firavun Tutankamon’un elleri yaldızlanmış ve göğsünün üzerine kavuşturulmuş durumdaydı. Altın maske kaldırıldığı zaman on sekiz yaşında iken ölen genç Firavun’un yüzü, aradan 3000 yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen olanca tazeliği ile ortaya çıktı. Mumyanın başında ayrıca alnını ve şakaklarını saran bir altın levha bulunuyordu. Bu levha bir yılan derisiyle kafatasına tutturulmuştu. Bu dev mezarda yapılan uzun araştırmalardan sonra bir gömme dolabın içinde altın bir kasa bulunmuş, bu kasanın içinden de yine altından yapılma ve Tutankamon’un mumyasının minyatürü olan dört mahfaza bulunmuştu. Bu altın mahfazaları açan arkeologlar, her birinde genç Firavun’un ayrı bir iç organının bulunduğunu görmüşlerdi. Asıl ilginç olan ve bugün dahi bütün dünyanın hayretini çeken şey, bu iç organların da mumyalanmış ve 3000 yıldan beri olanca tazeliği ile durmakta olmalarıydı.