Günümüzden dört yüz yıl kadar önce, İtalya’nın Piza şehrindeki kilisede yapılan bir ayin sırasında, tepeden sarkmakta olan avizeden sallanması çok kimsenin dikkatini çekmemişti. Hele başlangıçta daha geniş bir açıklık içinde sallandığı, sonra sallantı yavaşladıkça bu açıklığın daha küçüldüğü, ancak bu geniş açıklığın da, dar açıklığın da aynı eşit zamanlarda olduğu, yalnız bir tek kişinin dikkatini çekmişti. Bu, Galileo Galilei adında genç bir bilgindi. Fiziğe temel ilkeler olan pek çok buluşundan sonra bu avizenin sallantısı ile ”Aynı uzunluğa ve aynı kitleye sahip tüm sarkaçların salınma sürelerinin eşit olduğu” teorisini bulmuştu. Eski Yunancada eşit anlamına gelen ”İzos” kelimesi ile zaman anlamına gelen ”khronos” kelimesinin birleşmesinden meydana gelen ”izokron” teorisi, insanlığın en önemli buluşlarından biri olan ”Saat”in ortaya çıkmasını sağlamıştı. Galileo Galilei’nin bu teorisiyle ortaya çıkan ”pandül” bu davayı halletmişti işte. Hollandalı bilgin Christian Huygens bu teorinin ışığı altında ilk saatleri ortaya çıkarmıştı pek kısa bir zaman sonra. Yaşadığı zamanı ölçmek ve değerlendirmek, insan zekasını en fazla meşgul eden bir konu olmuştu.
Milattan, yaklaşık 1100 yıl önce Çinliler bu konuda ilk büyük merhaleyi teşkil eden ”Güneş Saati”ni ortaya çıkardılar. Bu güneşin durumuna göre verdiği gölge ile zamanı belirten bir sistemdi. Basit bir çubuktan ibaret olan bu alet yeryüzünde ilk saat olmuştu. Milattan 640 yıl önce Asurlular bu konuda bir başka önemli adım attılar. Bu suyun, akışından istifade edilerek yapılan bir diğer zaman ölçme sistemi ”Su Saati” idi. İnsanoğlunun zaman aralıklarını daha sık ve daha iyi öğrenmek ihtiyacı, bu sistemi de yetersiz buldu ve bu ihtiyacın verdiği gayret içinde yapılan çalışmalardan ”Kum Saati” doğdu. Fakat insanoğlu bununla da yetinmedi ve en değerli nakit olarak bildiği vaktini değerlendirmek yolunda sonu gelmez çalışmalarla saati günden güne daha mükemmel hale getirdi.